2 Aralık 2010 Perşembe
!Geceyarısı Filmleri!: Trash Humpers Gosterimi (03/12/2010)
24 Kasım 2010 Çarşamba
Bu Cuma - Marie Losier ve Peter Hristoff!
That’s Life! Hayat Bu! C’est La Vie!
Kısa Videolar / Short Videos
26 – 28 Kasım tarihleri arasında gösterilecek Hayat Bu programında Marie Losier ve Peter Hristoff’un hazırladığı 12 kısa video yer alıyor. Programda Losier ve Hristoff’un kısa film ve videoları dışında farklı sanatçıların da yapıtları yer alıyor. 26 Kasım Cuma akşamı saat 18:30’da Marie Losier ve Peter Hristoff ile program üzerine bir söyleşi gerçekleşecek.
26 – 28 Kasım / November 2010
Program Küratörleri
Program Curators
Marie Losier
Marie Losier sanatçılar Mike ve George Kuchar, Guy Maddin, Richard Foreman ve Tony Conrad’ın uluslararası kabul gören film portrelerini yarattı. Filmleri düzenli olarak Tate Modern, Whitney Museum, PS1, MOMA, Tribeca Film Festivali, Uluslararası Berlin ve Rotterdam Film Festivalleri ve Cinematheque Francaise’in de aralarında bulunduğu prestijli film festivalleri ve müzelerde gösteriliyor ve 2006 Whitney Bienali’nin parçasıydı. Uzun metraj belgeseli “The Ballad of Genesis and Lady Jaye”in tamamlanmamış bir versiyonu 2009’da Centre George Pompidou’da gösterildi. 2009’da IFP Market’in parçasıydı. Marie 2000’den beri Alliance Française’in New York’taki kuratörü.
Marie Losier has created internationally acclaimed film portraits of artists Mike and George Kuchar, Guy Maddin, Richard Foreman, and Tony Conrad. Her films are regularly shown at prestigious film festivals and museums, in-cluding The Tate Modern, The Whitney Museum, PS1, MOMA, Tribeca Film Festival, The International Berlin and Rotterdam Film Festivals and The Cinematheque Francaise, and she was included in the 2006 Whitney Biennial. A work-in-progress version of her documentary feature, “The Ballad of Genesis and Lady Jaye,” was presented in 2009 at The Centre George Pompidou. She was part of the IFP Market in September 2009. Marie is the film curator for the Alliance Francaise in New York since 2000.
Peter Hristoff
Peter Hristoff 1958’de İstanbul, Türkiye’de dünyaya geldi; ailesi 1963’te New York’a göç etti. Hristoff lisans eğitimini School of Visual Arts of New York’ta (1981) ve MFA’ini Hunter College, City University of New York’ta (1983) tamamladı. Resim için Joan Mitchell bursunu, çizim için The New York Foundation for the Arts bursunu ve Moon and Stars Project bursunu aldı.Hristoff 1981’den beri sergiler düzenliyor ve bugüne kadar 22 solo sergi ve 65 adet grup sergisi gerçekleştirdi. Son projeleri arasında Meandros Festivali, Residency Unlimited ile bir film işbirliği ve New York Flux Factory’de bir enstalasyon yer alıyor. Mezun olduğu okul olan School of Visual Arts’ta resim ve çizim profesörü. Hristoff İstanbul’daki C.A.M. Galerisi tarafından temsil ediliyor.
Peter Hristoff was born 1958 in Istanbul Turkey; his family immigrated to New York in 1963. Hristoff received his BFA from the School of Visual Arts of New York (1981) and his MFA from Hunter College, City University of New York (1983). He is the recipient of the Joan Mitchell Award in Painting, The New York Foundation for the Arts Award in Drawing and the Moon and Stars Project Grant. Hristoff has been exhibiting since 1981 and has had 22 solo and 65 group exhibitions to date. Recent projects include The Meandros Festival, a film collaboration with Residency Unlimited and an installation at the Flux Factory, New York. He is a professor of painting and drawing at his Alma Mater, the School of Visual Arts. Hristoff is represented by C.A.M. Gallery in Istanbul.
Programda yer alan kısa videolar / Short videos in the program
El Emeği / Manuelle Labor, 2007, 10’
Dokunuşa Yeniden Dokunuş / The Touch Retouched, 2002, 5’
Ontolojik Kovboy / The Ontological Cowboy, 2005, 15’
Tony Conrad: Rüya Minimalisti / Tony Conrad: DreaMinimalist, 2008, 26’
Papal Kırık Dans / Papal Broken-Dance
Gondolu Tokatla! / Slap the Gondola!, 2010, 15’
Cet Air La, 2010, 3’
Les Italiens, un debut, 2009, 7’
Çıngıraklar ve Kirazlar / Rattles and Cherries, 2006, 4’
Mor Çimento / Puce Cement, 2009, 6’
Bunu Yaparken Bana Bak / Look At Me When You Do That, 2010, 10’
Peter’ın Renkleri / The Colors of Peter, 2007, 5’
Toplam program süresi / Total Running Time: 111’
Gösterim Programı / Screening Schedule
26 Cuma / Friday
16:00 Hayat Bu / C’est La Vie! / That’s Life
18:30 Marie Losier ve Peter Hristoff Söyleşisi
Marie Losier and Peter Hristoff in Conversation
20:00 Hayat Bu / C’est La Vie! / That’s Life
27 Cumartesi / Saturday
14:00 Hayat Bu / C’est La Vie! / That’s Life
28 Pazar / Sunday
15:00 Hayat Bu / C’est La Vie! / That’s Life
8 Kasım 2010 Pazartesi
D-I-Y Film ve 3 Kitapçık
Timecode: NOLA 404 from Timecode NOLA on Vimeo.
(Türkiye'de artık vimeo'nun yasaklandığını, pardon arkadaşlar, bir anlık unutmuşum (halen, "hayır Youtube embed etme, onu kimse göremez" diye çalışıyor aklım.) Umarım bu yukarıda eklediğim filmi bir şekilde izleyebilirsiniz.)
7 Kasım 2010 Pazar
Dutch Punch: İzlenimler
Açıkçası film gösterimi hakkında çok fikrim yoktu. Ne bekleyeceğimi bilmiyordum, hatta dürüst olmak gerekirse çok umutlu da değildim. Fakat Rotterdam'lı arkadaşlarımız beni yanılttılar. Uzun süredir gördüğüm en iyi film programı idi. Uzun süredir film programı görmemiş olmamın bu fikrimde bir etkisi var mı, emin değilim.
Bu arkadaşlarımız Rotterdam'dan WORM isimli bir sanat cemiyetinden gelmişler. Bu cemiyetin bünyesinde de, Filmwerksplaats isimli bir deneysel sinema atölyesi kurmuşlar. İsteyen buraya uğrayıp, atölyenin 16mm kameralarından, filmlerinden, found footaglarından, ve hatta anladığım kadarıyla bir optical printer'dan bile yararlanabiliyorlarmış. Dünkü seçkideki bazı filmler direk bu atölyedeki çalışmaların sonucuymuş.
Seçkinin küratörü Peter çok şeker bir giriş konuşmasından sonra ilk filmde göreceğimiz manzaranın Rotterdam olduğunu bize hatırlatark ışıkları söndürdü. Bu adam niye böyle birşey dedi, diye kendime sordum. Wim Gijzen'in 1971 tarihli, Verwisseling van de namen de steden Rotterdam en Den Haag filmi tek bir plandan oluşuyor. Peter'ın bize Rotterdam olduğunu söylediği manzarayı izliyoruz. Derken kadrajın köşesinden bir adam, elinde DEN HAAG, yazan bir tabelayla filme giriş yapıyor. Diğer elindeki büyük, karikatür bir çekiçle bu tabelayı, kadrajın tam ortasına gelecek şekilde toprağa çakıyor ve kadrajdan çıkıyor. Bu absürd jeste bir yandan gülerken, diğer yandan da içimde o manzarayı gerçekten Lahey olarak tahayyül etme isteği doğdu. İsimlerle olan ilişkimizde biraz böyle bir şey var. İnsan bir objenin, insanın, veya şehrin ismini duyunca onun içini doldurmak istiyor. İsimlerin gerçeğin üzerinde böyle bir kuvveti var. Proust da Swann'ın Yolu'ndaki İsim-Mekan adlı bölümde, kasabaların isimlerinden yola çıkarak karakterlerini tasvir etmişti. Gerçi Wim Gijzen'inki daha bir 70'ler. Yani Proust gibi şiirsel değil. İsim ve daha genelde dil kavramına daha structural (yapısevici) bir bakış açısından bakıyor. Wittgenstein'ın dediği gibi 'dünyamın sınırları kelimelerimin sınırları' mı acaba. Peter da bize o manzaranın Rotterdam olduğunu söyleyerek bir oyun mu oynadı. Kerata.
Wittgenstein Brakhage'a yetişmiş olsa fikrini değiştirip köy öğretmenliğine geri döner miydi bilinmez ama, Esther Urlus, Francien van Everdingen, ve Joost van Veen Brakhage ve arkadaşlarının filmlerini görmüşe benziyorlar. Hepsi Filmwerkplaat'da oluşturulmuş bu filmlerde, pelikülün maddiyati ve soyutla temsili olan arasındaki gelgitli ilişki hakkında bir farkındalık var. Pera Müzesi de uzun zamandır beklediğimiz kıyağı yaptı, ve bu filmleri 16mm olarak orijinal formatında gösterdi.
Esther Urlus'un Idyll'i (Hollanda, 2009, 6 dk, 16mm) Hollanda'nın dümdüz landscape'ini öyle masalsı bir hale çeviriyor ki, insanın dünyanın düz olduğuna inanansı geliyor. Çiftçileri, sürülen tarlaları, siloları ve ağaçları tasvir eden görüntüler, bazı optik ve kimyasal süreçler sonunda rengarenk, yer yer soyut resimlere dönüşüyorlar. Görüntü iyice soyut ve piktoral bir yere giderken, ses bandındaki çiftliklerde, tarlalarda kaydedilmiş olduğunu tahmin ettiğim konuşmalar ve ambians sesleri belgesel bir gerçekliğe tutunuyor. Fakat herşeyden önce, çok zor, teferruatlı ve kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar olan optical printing ve karanlık oda tekniklerini harikülade şekilde kullanması bile Idyll'in başlı başına bir başarısı. Durum böyle olunca yarı rüya, yarı belgesel ve sonuna kadar nostaljik bir dünya tahayyül eden film, artık yakında bir ortaçağ uğraşı sayılacak pelikül zanaatini de bu nostalji ve 'kayıp' denklemine katıyor. Bu film içimdeki romantiği uyandırdı, ben de kendime şu soruyu sordum: Rüyalarımız hep pelikülden miydi? Videodan rüya görebilir miyiz?
Frencien van Everdingen'in Monologue Exterieur'ü (Hollanda, 2003, 3dk, 16mm) da usta bir zanaatkarın elinden çıkmışa benziyordu. Seçkinin notlarında güzel yazmışlar: 'Francien van Everdingen, 20. yüzyılın başlangıcından bu yana nadir olarak görülen, büyük ve pahalı bir makine olan optik yazıcı ile çalışan birkaç insandan biri. Sonuç? Neredeyse sürreal, harikülade detaylanmış görüntüler. Monologue Exterieur, karanlıktan, uymayacak görünen yapbozun parçaları gibi iç mekan parçalarının görüldüğü Edouard Vuillard'ın resimlerinden ilham almış. Ağacın üst dallarının, yeşil yapraklar ve çiçeklerin nevrotik, klastrofobik, sürekli değişen manzarasında duvarlar konuşuyor.' Katılıyorum.
Önceki iki film gibi yine bazı kimyasal tekniklerden yararlanan Interlude (Joost van Veen, Hollanda, 2005, 3dk, 16mm) çok beğenildi. Filmin bir bölümünü şuradan izleyebilirsiniz:
http://www.youtube.com/watch?v=_XIWdJ-_4gQ
Film bana biraz bebek yatakları üzerinde dönüp duran oyuncakları hatırlattı. Bu çeşit sinemanın dil öncesi deneyimi kurcalamasını göz önüne alırsak, mantıklı. Fakat şu kaka dünyada kendimizi bu sulara kaptırıp sürüklenmekten ziyade, şakacı bir kavramsal sanatçı gibi bu filmi alıp digiturk'ün radyo kanallarındaki akvaryumlar ile karşılıklı yerleştirmek kariyerimiz için daha mı doğru bir adım olur, diye kendime sormadan edemedim.
Bizimkine kariyer denir mi, bilmem ama şu blog yazarları olarak hepimiz birşeyler üretmeye çalışıyoruz. (Kendi isimlerimiz altında açtığımız vimeo sayfalarımıza bekleriz) İster istemez de, gördüğümüz filmerle kendi yaptıklarımız veya yapmak istediklerimiz arasında bir ilişki kuruyoruz. Bazen de bir film çıkıyor ve uzun süre karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalıştığımız bir şeyi önümüze koyuveriyor. Tim Leyendekker'in The Healers'ı (Hollanda, 2010, 10dk, 35mm) da benim için böyle bir deneyimdi.
Diğer filmlerde olduğu gibi bu filmi izlerken de hiçbir bilgim veya beklentim yoktu. Herhangi bir başlık veya giriş jeneriği olmadan, karanlık bir ekranın altından yavaş yavaş bir tekno şarkısı duyuldu. Ekranda mavi bir ışık dolaşmaya başladı. Bu ışık giderek daha büyüdü, ve yanıp sönmeye, strobe efekti yaratmaya başladı. Bu sırada arkaya dönüp baktım, acaba birisi projektörün önünde elleriyle ışığı engelliyor, canlı bir performans filan sergiliyor diye, ama kimsecikler yoktu. Bu arada ışık iyice yoğunlaşmış, artık sinema perdesinin sınırlarını filan takmadan, tüm salonu içine almıştı. Arkada çalan tekno ile beraber hepimiz bir hayalet diskoda gibiydik.
Zamanında Conrad'lar, Frampton'lar, McCall'lar da sinema frame'inin sınırları ile oynamışlar, sinema perdesini değil, tüm gösteri mekanını kapsayan işler yapmışlardı. İzlediğimin de açıkçası bu çizgide bir iş olduğunu düşünüp, başarılı bulmuştum.
Birdenbire kesilen ışık ve müzik, birkaç saniye siyahtan sonra bizi güzelce kadrajlanmış boş ve sessiz bir mekana taşıdılar. Boş odalar, jukeboxlar, kitch objeler, bir bar, boş bir dans pisti derken, kendimiz yavaş yavaş bir mekanı gezerken bulduk. Sessiz ve aydınlık bir dans pistinin üstünde, yanlız başına dönen bir disko topu, burasının bir gece klübü olduğuna işaret ediyordu. Boş yataklı boş odalar, yanar dönerli büyük bir hol ve ortasındaki merdiven, etraftaki penis karikatürleriyle burasının, müşterilerine her türlü olanağı sağlayan bir gay bar olduğunu anlamıştık.
Derken film üçüncü bölümüne geçti. Boş bir stüdyoda üç adam sandalyelerde oturmuş, hepsi ellerindeki senaryoyu okuyorlardı. Artık bu hayalet mekanın hayalet karakterlerini dinliyorduk. İki erkeğin birbirlerini nasıl tavladıklarının detaylarından çok, burada anlatılan ufak hikayenin o mekanda yaşanmış olduğu hissi, beni hatırlamaya zorluyordu. Ve artık bitiş jenerikleri akarken, hepimiz Rotterdam'ın gay sahnesini hatırlamaya başladık.
Film, çok uzak gibi görünse de Hollis Frampton'un Nostalgia ve Poetic Justice filmlerinin garip bir birleşimi ve güncellemesi sayılabilir. Çünkü sonunda esas film göz bebeklerimizin önünde değil, arkasında bir yerlerde oynuyor. Hem gözbebeklerimizin önünü hem de arkasını beslediği için, The Healers basit bir yapıbozucu deneyden öte bir şey olmayı başarıyor. Bu hayalet hikayesi olur da yakınızda bir sinemada hortlarsa, kaçırmayın derim.
Gerbrand Burger'in Rhila'sı (Hollanda, 2009, 11dk, hdv) da benzer bir anlatım tekniği benimemiş. Yine boş mekanlarda, dağlarda, boş bir şehrin, boş maketinin ortasında, hatta 3D bir rekonstrüksyonunu dolaşırken, üst ses Bakü'den Amsterdam'a gelen bir adamın hikayesini anlatıyor. Program notlarında belirtildiğine göre, 'karakter, 14.yy'dan günümüze olan ve esas olarak, Avrupa'ya yolculuk eden Araplar tarafından yazılmış edebiyat parçalarının toplamasından oluşturulmuş. Rihla başlığı, İslam bilgini ve gezgini İbn-i Battuta'nın kurgu, İslam çalışmaları, şiir ve yazının diğer zengin biçimlerini içeren kapsamlı bir yolculuk güncesi olan kitabından alınmış.'
Peter'ın programın başında dediği gibi Rotterdam'ı her yönüyle göstermeye çalışan bu seçki, şehrin yarısına yakınını oluşturan göçmenleri temsilen, 'öteki' kontenjanını bu filme ayrımış. Biraz da The Healers'ın etkisi altında, o filmin bir devamı olarak izlediğimden, açıkçası Rhila hakkında aklımda kalanlar biraz bulanık. Tekrar izlemem lazm.
Programın son filmi no.37 (Joost Rekveld, Hollanda, 2009, 31 dk, 35 mm scope) yüksek konsepti, pahalı tekniği ve Garanti Platformdan kazanılan bir residency ile Vasıf Kortun kontenjanını doldurmuşa benziyor. 'Kristal bilimcilerin, kristalleri incelemek için kullandığı X-ray ışınları,' 'evrenin şimdiye değin anlatılamayan unsurları' gibi kelimelerle program notlarında yer alan film, bir hayli uzun ve yavaş olmasının yanında, ambiant-mistik soundtrack'i ile salonda bir çok kişinin göz kapaklarını ağırlaştırdı.
Fakat dolu dolu bir saatin sonunda gelen güzel bir uykuyu Peter'ın bize yaptığı bir jest olarak alıyorum ve kendisini düzenlemiş olduğu bu harikülade gösterimden dolayı kutluyorum.
3 Kasım 2010 Çarşamba
DUTCH PUNCH FILM - WORM ve Kultprom İstanbul!
Biraz geç haberdar oldum, ama olsun - bu haftasonu İstanbul Rotterdamlı WORM ve Kultprom organizasyonlarının bir festivaline tanık oluyor! Video ve 16mm'lik filmler ve çeşitli müzik gruplarının sahne alacağı festivalin tüm ayrıntıları aşağıda. Keşke gidebilsem.
Perşembe, 4 Kasım, 2010:
PERA MUSEUM
http://www.peramuzesi.org.
Esther Urlus - Idyll NL 2009, 6 dak, 16mm
Francien van Everdingen - Monologue Exterieur NL, 2003, 3 dak, 16mm
Joost van Veen - Interlude NL 2005, 3 dak, 16mm
Tim Leyendekker – The Healers NL 2010, 10 dak, 35mm
Katarina Zdjelar – Shoum NL/RS 2009, 7 dak, video
Gerbrand Burger – Rihla NL 2009, 11 dak, hdv
Joost Rekveld - #37 – NL 2009, 31 dak, 35mm, scope
Gösterim saati: 19:00
//////////////////////////
Cuma, 5 KASIM, 2010:
PEYOTE
http://www.peyote.com.tr/v
kapı: 22:00
giriş ücreti: 10 TL
line up:
- EKLIN
- HEINZ KARLHAUSEN & THE DIATONICS
- ENI-LESS
//////////////////////////
Cumartesi, 6 KASIM, 2010:
BRONX PI SAHNE
http://www2.bronxpisahne.c
kapı: 21:00
giriş ücreti: 10 TL
line up:
- STÖMA
- COOLHAVEN
- MUNCHI
//////////////////////////
Pazar, 7 KASIM, 2010:
ARKAODA
http://www.arkaoda.com/eng
Saatler: 12:00 pm - 02:00 am
Canlı Program: 21:00 - 23:30
Giriş ücreti: 10 TL
line up:
- MACHINEFABRIEK
- LUKAS SIMONIS
- DANIELE MARTINI
- PETER FENGLER
- DJ SAXIXA
26 Eylül 2010 Pazar
Black Door İstanbul'da deneysel film/video gösterimi
Adres ve haritayı buradan görebilirsiniz. Feysbuk event sayfası da budur.
A/B MAKİNELERİ: UYARICI NİTELİKTE BİR ÖYKÜ
Nathan Lee'nin küratörlüğünde bir video gösterimi
Lütfen ses ve video dolu bir akşam için bize katılın...
Black Door Istanbul / 29.09.2010 – 20:00
Toplam Süre: 74 dakika
Merhaba. Makinen ne? Nasıl çalışır ve nereye gider? Sen bir arşivleme makinesi misin? Dikkatli olmayı unutma.
Orijinal İngilizcesi:
A/B MACHINES: A CAUTIONARY TALE
Video selection curated by Nathan Lee
Black Door Istanbul / 29.09.2010 – 20:00
Total Runtime: 74 min
Hello. What is your machine? How does it work and where does it go? Are you an archival machine? Remember to be careful.
Program:
1
Sleigh Bells – A/B Machines Live in NYC at Creator’s Project – June 26, 2010 HD
michaeldmaning
2010, video, 3:50 min
2
By Night With Torch and Spear
Joseph Cornell (w/music by John Zorn)
1940’s, 16mm transferred to video, 8 min
3
The Disappointment: Or, the Force of Credulity
Brian Springer
2007, video, 70 min
4
Careful
RZA, Joseph Kahn
2000, video, 4 min
24 Eylül 2010 Cuma
Boonmee Amcanız Filmekimi için İstanbul'a geliyor!
İstanbul'un şanslı, yalnız ve güzel insanları 8-14 Ekim tarihleri arasında İKSV'nin düzenlediği 9. Filmekimi Festivali'ni yaşayacaklar. (İKSV "festival" olarak lanse etmiyor ama bu "festival" değildir de nedir?)
Orada burada her türlü tavsiyeyi duyacaksınız zaten, ben sadece bildiğimi okumakla (ve yazmakla) yetineceğim:
Geçen hafta Toronto Film Festivali'nde izlediğim Apichatpong'un (söylemesi kolay ve zevkli aslında: A-Pİ-ÇA-TPONG) Palme d'Or alan filmi Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives bence benzersiz ve büyük bir başyapıt. Sadece sinema tarihinde değil, Apichatpong'un kendi filmografisinde de bunun benzeri bir film yok. Hadi polemik dozunu biraz daha arttıralım: bence Palme d'Or almış en büyük 5-6 filmden biri!
Ayrıca da Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives'ın bu blog açısından bir anlamı daha var: Apichatpong eğitimini Art Institute of Chicago'da görmüş bir abimiz. İlk uzun metrajı Mysterious Objects at Noon'un sonunda da hocası Daniel Eisenberg'e teşekkür ediyor. Daniel Eisenberg deneysel sinemaya yıllarını vermiş, sinemaya hikayeli filmler yoluyla olduğu kadar deneysel sinema yoluyla bakan bir adam. Art Institute'un sinemasında deneysel film gösterimleri yapar sonra da son derece rahat bir ruh halinde filmler hakkında konuşurdu. Jack Chambers'ın büyük filmi Hart of London'ı onun sayesinde izlemiştim. Bir de hangi film olduğunu hatırlamadığım bir Chris Marker gösterimi yapmıştı mesela...
Demeye çalıştığım Apichatpong'un bu durumdan etkilenmemiş olması mümkün değil, zaten filmlerine baktığınız zaman da bunu net bir şekilde görebiliyorsunuz. Örneğin Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives aslında Primitive Project isimli bir projenin bir parçası sadece. Bu projenin içinde video enstallasyonları, kısa filmler, vs. gibi birçok öğe var. Filmin adını hep tam olarak kullanmamın nedeni de bu biraz, aynı projenin içinde A Letter to Uncle Boonmee isimli bambaşka mı bambaşka bir kısa filmi bulunuyor Apichatpong'un. Buradan 1 Amerikan Doları vererek izleyebiliyonuz.
Bu konuyu Apichatpong'a Toronto'da sorma fırsatı buldum. Etkilendiğini belirttiği sinemacılar arasında ilk saydığı Bruce Baillie, hakikaten de deneysel sinemanın büyük dehalarından. Apichatpong'un sinemasına ilginç bir bakış kazandırıyor bize bu bilgi bence. İkisinde de aynı mitik, zaman-ötesi bir dünya yaratma arzusu ve aynı zamanda bu yaratılan dünyaya yarı-ironik bir mesafe var.
Apichatpong'un diğer saydığı yönetmenler arasında Stan Brakhage ve Kenneth Anger da vardı. Diğerlerini hatırlamıyorum.
Mustafa Emin Büyükcoşkun isimli arkadaşımız Apichatpong'la Hayal Perdesi sitesi için güzel bir söyleşi yapmış. Bu konuya da değinmiş sağolsun... Soru da, cevap da güzel olduğu için ikisini birden kopyalıyorum aşağıya. Röportajın bütününü buradan okuyabilirsiniz:
Mustafa Emin Büyükcoşkun: Oldukça özgün bir tarzınız var. Sadece sinemadan değil sinemanın alışılagelmiş kalıplarını aşmak için ciddi imkânlar taşıyan video-art ve deneysel sinemadan da beslenen interdisipliner bir bakış açısıyla filmler üretiyorsunuz. Deneysel sinema ve özellikle de video-artla olan bağınızı biraz anlatabilir misiniz? Bu medyalarda ne gibi avantajlar görüyorsunuz?
Apichatpong Weerasethakul: Benim için filmlerim melez hayvanlar gibi. Zira ben taşrada doğup büyüdüm, sonra başkent Bangkok’ta, ardından da bir süre Chicago’da yaşadım. O dönem deneysel sinemayla ilgileniyordum. Böylece 24 yaşındayken dünya sinemasının pek çok önemli örneğiyle karşılaştım. Sinemaya o kadar açtım ki ne bulursam seyrediyordum. Tayland’a döndüğümde “ömrüm boyunca böyle 16 mm, siyah-beyaz deneysel filmler yapacağım” dedim. Ama sonra anladım ki bu mümkün değil. Çünkü Tayland hikâyelerle dolu bir yer. Yani anlatacak çok şey var, ama deneysel sinema buna elverişli değil; belki fazla soğuk. Bu doğrultuda bir dil arayışına girdim ve bir tür deneysel-kurmaca bir form oluştu. Şimdilerde video-art alanında da işler üretiyorum, çünkü deneysel forma geri dönmek istiyorum. Bana göre sinema ve video-art birbirinin yankısı gibi. Meselâ son projem Primitive video-art ile sinemayı eşleştirdiğim bir çalışma. Bazen video-art filmlerimi etkiler bazen de filmlerim video-art çalışmalarımı etkiler.
Soğuk moğuk, bu deneysel sinema bilincinin yönetmenin filmlerine neler kattığını ifade etmek zor ama bunlardan bir tanesi filmin jeneriğinin başta veya sonda olması zorunluluğunu takmaması, örneğin Blissfully Yours'da jeneriği filmin üçte biri bittikten sonra girmesi. Bu kimilerine boş bir "gösteri" gibi gelebilir ama örneğin Michael Snow'u seviyorsanız bu taktiğin aslında ne kadar anlamlı kullanılabildiğini ve hem filme bir film gibi bakma dürüstlüğünü, hem de jeneriklerin bütün sanat eserinin entegre bir parçası olarak sunulmasının mizahi saygınlığını biliyorsunuz demektir.
Son olarak da, aslında henüz kendi kafamda toparlayamadığım bir şeyi farkettim geçen gün Tropical Malady'yi izlerken. "Bu kadar filmini izledim bu adamın, sürekli doğa gösteriyor, ama ben bu görüntülerden keyif alamıyorum!" diyordum kendime daha öncelerde. Tropical Malady'de birdenbire şimşekler çaktı: Apiçatpong'un tüm kompozisyonları aslında alıştığımız dışavurumcu kompozisyon mantıklarına ters. Hatta tam tersi, ve özellikle doğa görüntülerine yoğunlaşırsak, sanki özellikle bizim alıştığımız her türlü kompozisyonu kamera/yönetmen reddediyor gibi, çünkü birşeye alıştığımız kompozisyon mantığıyla bakıyorsak aslında alıştığımız ideolojiden yaklaşıyoruz demektir bir anlamda... Yani siz zaten anladınız ama demek istediğim şudur ki Apiçatpong'da doğa (büyük "Y" ile) Yönetmen'in hislerini dışavurması için bir araç değil, tersine tüm genişliğiyle algılanması beklenen, kompozisyonlara sığdırılmaması ve sıkıştırılmaması gereken, bizim yönettiğimiz değil sadece hissetmeye ve gizemini çözmeye çalıştığımız bir "şey".
Tabi bu da bazılarımıza Stan Brakhage'ın şu sözlerini hatırlatabilir: "İnsanların koyduğu perspektif kuralları tarafından yönlendirilmeyen bir göz düşünün… Kompozisyon mantığı tarafindan önyargılara boğulmamış, şeylere isimlerine göre tepki vermeyen, onun yerine hayatta her karşılaşılan objeyi bir macera sonunda algılayan bir göz… Yeşil kelimesini bilmeyen bir bebek için sizce çimlik bir alanda kaç değişik renk vardır?"
Yanlış anlamayın, kompozisyon mantığını reddetmek sadece deneysel sinemacılara özgüdür demiyorum (Rossellini ve Bresson'a ayıp olurdu azcık), ama deneysel sinemacılar da bunu bilinçli olarak yapmış ve üzerine düşünüp yazmışlar sonuçta.
Yoksa büyük tüm yönetmenler bildiğimiz kompozisyon mantığına darbe vurup ufkumuzu genişletmeyi becermişler diye düşünüyorum. Ve bu vesileyle Apichatpong Weerasethakul'a büyük yönetmenler listeme HOŞ GELDİN! diyorum.
Filmekimi'nden diğer iki tavsiyem: Uzun zamandır merakla beklediğim Kiarostami'nin yeni filmi Copie Conforme ve son olarak Toronto'da en son belgeselini izleyip hayran olduğum (Cave of Forgotten Dreams: 3D'nin şimdiye kadarki en güzel kullanımı!) Werner Herzog'un My Son, My Son, What Have Ye Done.
Bu filmlerin isimlerinin Türkçe çevirileriyle derdim var açıkçası... Tunç Şahin Twitter'da şöyle demiş, bayaa güldüm: 'Herzog'un "My Son, My Son, What Have Ye Done", filmini biz alsaydık, adını "Evladım, Evladım, Ne Yaptın Sen Yahu?" olarak vizyona sokardık.' Aynı şekilde Uncle Boonmee'nin Türkçesi de Önceki Hayatlarını Hatırlayan Boonmee Amcam olsaymış daha sempatik olurmuş bence.
Şimdiden iyi seyirler!
22 Ağustos 2010 Pazar
Kodak Tri-X ve Plus-X içın Negativ Yıkama
19 Ağustos 2010 Perşembe
Toronto Film Festivali: Yaşasin!
not be or… Yoel Meranda, Turkey
On Thin Ice Burcak Kaygun, Turkey
rauscht Yoel Meranda, Turkey
Science Lab Eytan Ipeker, Turkey
straitscaping Yoel Meranda, Turkey
Waves Belmin Soylemez, Turkey
14 Ağustos 2010 Cumartesi
Takvim
5 Ağustos 2010 Perşembe
Abstract İpeker / Galatasaray'lı Yoel
6 Ağustos Cuma 18:00 - Sekiz Deneysel: Zaman7 Ağustos Cumartesi 16:00 - Sekiz Deneysel: Hareket
8 Ağustos Pazar 18:00 - İtalya Yolculuğum
10 Ağustos Salı 18:00 - Sekiz Deneysel: Zaman
11 Ağustos Çarşamba 16:00 - Sekiz Deneysel: Hareket
11 Ağustos Çarşamba 18:00 - İtalya Yolculuğum
Aber die Horen... from Yoel Meranda on Vimeo.
3 Ağustos 2010 Salı
Elle Yıkama - Çamaşır Suyu!
- Şimdi iki tane bidon'a ihtiyacınız var. a) Birinin içine bleach'i veya çamaşır suyunu su ile karıştırın. Yandaki fotoğrafı "yok ederken" fotoğraf bleach:su oranı 1:10'du. Bu çamaşır suyu için farklı olabilir, ama sonuçta tek yaptığımız şey bleach'in etkisini azaltmak. Unutmayın, bleach/çamaşır suyu feci bir şey - eldiven, önlük, gözlük, havalandırma! b) İkinci bidona ise su dolu olsun.
- Filmi çamaşır suyu içine sokun. Karışımın içersinde bırakabilirsiniz, filmi azıcık ajite ederseniz şeridin üzerindeki ektisi daha hızlı olabilir.
- Film üzerinde etkisini görür görmez karışımın içinden çıkartıp suya koyun ve ajite edin. Karışımın film üzerindeki etkisinin durması biraz zamana ihtiyacı var ve su içindeyken bile bu devam edecektir. Suyun içersinde 10 dk. bekletin, sonra kuruması için asın!
31 Temmuz 2010 Cumartesi
GÖSTERİM BİTTİ, UÇAK HALA GÖRÜNMÜYOR!
Karanlığın içinde robotu andıran garip ışıkların arkasından gelen soğuk ve karlı bembeyaz bir ekran, ve bu alanın içinde yürüyen sarı, turuncu kıyafetli adamlar, ve bunun gibi insanın bakıp bakıp 'ne güzel yaaaa...' diye kalakaldığı ritim-kaygılı müthiş bir sanat eseri A Journey That Wasn’t. (Filmin çekimlerinden görüntüler için...)
Daha sonra Adam Shecter isimli bir arkadaşın bir work-in-progress'ine tanık olduk. Yaratıcıydı, bilim-kurguydu, uzak bir geleceğin yaradılış miti havasındaydı, vs. ama ne yalan söyliyim bence çok bahse değecek bir durum da yoktu.
En sonunda da eminim bu blogu okuyan herkesin izlediği, izlemediyse de bir dolarcık vererek buradan izleyebileceği Apitchatpong'un harika mı harika A Letter to Uncle Boonmee'sinin gizemli coşkusuna bıraktık kendimizi. Kendini tekrar eden text Brakhage'ın Art of Vision'ını andırıyordu bir yönüyle... Bir şeyi aynı filmde bir süre sonra aynen tekrar ederseniz izleyici yeni contexti ile o şeye bambaşka anlamlar yüklerken arada da ister istemez hafıza üzerine mini-brainstormingler yapmış oluyor. Tabi bu filmde bir de o kendini tekrar eden textin yazılışı sırasında iki kişinin komik tartışmasına tanık oluyoruz daha sonra. Yeme de yanında yat yani...
23 Temmuz 2010 Cuma
BIT UÇAĞI RADARDA GÖRÜNMEYECEKTİR
Ne yalan söyliyim, Godard sevmem, seveni de sevmem, ama Nathan'a bir kıyak yapıp burada reklamını yapıyorum... Şaka bir yana, Messiaen ile başlayıp Apichatpong ile biten bir programa can feda.
Programın Social Network event sayfası budur. Aynı sayfadaki program hakkındaki bilgiler şu şekilde:
Please join us for an evening of sound and video dedicated to curious perspectives, creative apocalypse, strange visitations, and various types of aircraft.
Total runtime: 65min / curated by Nathan Lee
____________________
Quartet For the End of Time: 1. Liturgy of Crystal
Olivier Messiaen
Tashi Quartet: Peter Serkin (piano), Ida Kavafian (violin), Fred Sherry (cello), Richard Stoltzman (clarinet)
Composed 1941 (recorded 1989), mp3, 2:24
Une Catastrophe
Jean-Luc Godard
2008, video, French, 1:00
B.I.T. Plane
Bureau of Inverse Technology
1999, video, English, 15:00
A Journey That Wasn’t
Pierre Huyghe
2006, video, English, 23:00
Last Men (work in progress)
Adam Shecter
2010, video, 5:30
A Letter To Uncle Boonmee
Apichatpong Weerasethakul
2009, video, Thai w/English subtitles, 17:00
Elle Yıkamada Gerekenler ve Güvenlik
Olayın kimyasallarına girmeden, en başta gereken bazı malzemelerden bahsediyim. Şimdi, elle yıkamak için illa ki bu malzemelere gerek olmayabilir - Yoel'in bahsettiği gibi maddeleri Çamlıca (!) şişelerinin içine de koyabilirsiniz. Bu sadece benim kendi çalıştığım yöntem; siz kendinize göre, bulabildiklerinize göre de bunu değiştirebilirsiniz.
Burda kimyasal maddelerle uğraşıyoruz, yani maddeden maddeye göre oldukça zehirli, çevreye zararlı, feci feci şeyler. Ondan hiç bir şekilde ne kendi ne de etrafınızdakilerin güvenliğini riske atmamanızı tavsiye ederim. Altta eldiven, gömlek ve gözlükten bahsediyorum, ki bu yanlızca ve yanlızca benim öğrendiklerim kadarıyla ve benim bu riski almakdaki komforumla alakalı - bazı tandıklarım tüm vücutlarını kapsayacak, kimyasal kiyafet giyiyorlar (link'deki örnekler kadar abartılı değil, ama anlıyorsunuz durumu.) Zaman içersinde kimyalar ve içinden çıkan bulutlar sizi hasta etmese bile (ki edebilir), başka bir hastalığınızı olumsuz etkileyebilir, kimyaya göre vücuda temasda haftalar boyunca geçmeyen morluklar oluşturabilir, vs, vs. Bu riski almanız kendi sorumluluğunuz! Kullandığınız maddelerin içeriğine bakıp Arizona eyaletinin hazırladığı bu sayfaya bakıp neyin nasıl zararlar verebileceğini görebilirsiniz (ki bu sayfanın Türkçe tercümesini isterseniz size yazabilirim.) Gözünüzü çok da korkutmayım - sonuçta az az miktarlarda kullanıyor olacaksınız, ve dünyanın her yerinde fotoğraf yıkama dersleri de veriliyor, ki bunun ondan pek bir farkı yok. Ama nolur ne olmaz, güvenliğinizi, sağlığınızı riske atmayın. Bunu söylemiş olmakla, elle yıkamak için benim kullandığım malzemeler:
- Bir çift kalınca lastik eldiven.
- Göze teması tamamıyla önleyecek koruyucu gözlük.
- Kollarınızı koruyacak bir gömlek. Bir önlük kullanmanızı da tavsiye ederim.
- Kimyasalları karıştırmak - ve sadece onları karıştırmak için! - odun bir kaşık.
- a) İyi havalandırması olan, tamamıyla karanlık olabilecek bir oda. Genellikle tuvaletler bu iş için en iyisi. Tamamıyla karanlık olabildiğinden emin olmak için, odanın kapısını ve ışıklarını kapatıp beş altı dakika odada bekleyin. Gözleriniz karanlığa alıştığında odaya daha nerelerden ışığın sızıp sızmadığını anlayabilir, kapatabilirsiniz. Unutmayınki burası BANYONUZ. Her yıkamanızdan sonra ciddi bir şekilde temizleyin. b) Böyle bir odanız yoksa, tavsiyem fotoğraf yıkamak için kullanılan bir tank almanız. (Örnek). Burda önemli olan, tankın içindeki sıvıları ekleyip, çıkardığınızda içindeki filme ışığın temas etmemesi.
- Her kimyasal madde için ayrı, üstü kapanabilinir plastik bir kap. Bazı maddeleri (D19 ve Dektol gibi) ilk önce su ile karıştırıp, sonra su ile daha da zayıflatacağımız için, bir iki tane ilave almakda fayda var. Üstü kapanabilinir olması da önemli - sonuçta bir kere karıştırdığınızda bu maddeleri son kullanım tarihine kadar bol bol kullanabilirsiniz (Son kullanım tarihi genellikle karıştırdıktan altı ay sonra oluyor, ondan sonra etkisi kayboluyor) ve bu kimyasallardan kedinizi / çocuğunuzu / sarhoş arkadaşlarınızı korumanız önemli. Bir fotoğraf tankı kullanıyorsanız sadece kimyasalları karıştırmak için kap almanız yeterli olacaktır. Bunları güvenli bir yerde saklayın.
- Filmi kimyasallar arası yıkamak için su dolu bir bidon.
- Filmin kuruması için bir iplik ve filmin düşmemesi için ip etrafında kıvırabileceğiniz ataşlar. Altına gazete serin.
- Zamanlamalarınız için ışık vermeyen bir çalar saat kullanabilirsiniz. Ben şahsen her kimyasal maddenin içersinde ne kadar yıkayacaksam, o süreye uygun şarkılar bulup, bir playlist yapıp, ipod'umdan dinliyorum. Böylece bir şarkı bittiğinde diğer basamağa geçmem gerektiğini anlıyorum (tabii ipod'u cebimden çıkarmıyorum.)
- (22/9/10) Bir kırmızı ışık alabilirsiniz, ama bilin ki çoğu film panchromatic olduğundan tamamıyla karanlıkta yıkamak zorundasınız. Kırmızı ışık yanlızca orthochromatic filmler için kullanabilirsiniz.
- Filmi kartuşundan/makarasından çıkarıp termos'un içine koyabilmeniz ya da karanlık odaya götürebilmeniz için ışık geçirmez bir fotoğraf torbası. Bir kartuş ise onu fotoğraf torbası içinde kırmak için bir çekiç; çok sert de vurmayın, tek istediğiniz şey sonuçta kartuşun içinden filmi çıkarmak.
- Ben şu an kullanmıyorum, ama bazı insanlar kimyasalları doğru ısılarda karıştırmak için su geçirmeyen bir termometre kullanıyor.
- Filmin daha hızlı kurumasını istiyorsanız bir saç kurutma makinası.
- Kuruduğunda filmi yerleştirebileceğiniz bir makara ve...
- İzlemek için bir projektör!
- Uzun uzun çekip yıkamadan önce bir test yapmakda her zaman fayda var. Yani azıcık film çekip onu yıkayarak istediğiniz gibi çıkıp çıkmadığına karar verin. Hangi kimyanın nasıl davranacağı pek çok dış etken'e bağlı. Mesela soğuk bir developer'ın film üzerindeki etkisi beklediğinizden uzun sürebilir.
- Bir Super 8mm kartuşundan hemen hemen 16 metre kadar film çıkıyor. Bu filmin hepsini anında yıkamak istemeyebilirsiniz - sonuçta fazla film yıkamaya kalkarsanız, filmin bazı kısımları birbirine yapışıp ya garip şeyler olabilir ya da hiç çıkmayabilir (ki bunu isteyebilirsiniz!). Ayrı yetten filminiz çizelebilirde ve bu da hoşunuza gidebilir. Mesela bir fotoğraf tankı kullanıyorsanız tankın içine iğne ve başka türlü metal eşyalar koyarak filmin daha da çizilmesini sağlayabilirsiniz. Filminizin az çok "zararsız" çıkmasını istiyor da olabilirsiniz tabii ki. Bir tank kullanıyorsanız bunun tek yolu az az film yıkamanız. Bir karanlık odada çalışıyorsanız'da bu şekilde çalışabilirsiniz, ama film şeridinin hepsini eldivenli ellerinizle kimyaların içine iyice batmasını sağlayıp ve bol bol "yoğurursanız" az çok zararsız çıkacaktır. Filmi ayırın, ayırın, alttan çevirin, ayırın, vs. Filmin her yanı kimyasalların yada suya dokunmuş olması gerekiyor.
- Filmi kimyasallara yerleştirmek için karanlık oda da ya da fotoğraf torbasında makarasından ya da kartuşundan çıkartın.
- Havalandırmalı bir odada çalışıyor olabilirsiniz, ama kimyalardaki dumanların başınızı döndürdüğünü ya da üzerinizde herhangi bir etki bıraktığını hissediyorsanız dışarı gidin. En önemlisi güvenliğiniz.
- Eğlenin, güvenliğinize önem verin!
22 Temmuz 2010 Perşembe
Visible Evidence
Visible Evidence, 1993 yılından beri, belgesel uygulamalarını ve kültürünü araştırmak amacı ile bu konuda çalışan akademisyenleri, sanatçıları, yapımcıları, küratörleri ve belgesel tutkunlarını bir araya getiren, uluslararası bir kongredir. Temel amacı, başlangıcından itibaren kamusal alan üzerinde çok kuvvetli etki yaratmış bir kültürel üretim biçimi olan belgesel konusundaki çalışmaları ilerletmektir. Visible Evidence, uluslararası ölçekte, belgesel çalışmaları alanındaki en önemli akademik kongredir.
Visible Evidence XVII’nin İstanbul’da düzenlenmesi ile böylesine önemli bir uluslararası belgesel kongresi ilk defa Ortadoğu’da bir ülkede, Türkiye’de, gerçekleştirilmiş olacaktır. Aynı zamanda, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısı ile kongre, belgesel ile ilgili tüm başlıkları ve güncel konuları Türkiye ve içinde bulunduğu bölge ekseninde ele alacaktır.
Programa baktığımızda Küçük Sinemacıların ilgisini çekebilecek pek çok isimde görüyoruz: Ken Jacobs'lı, James Benning'li, Su Friedrich'li ve tabii ki de bol bol Chris Markerlı sunumlar ve kim bilir daha neler neler. Her yanıyla bana yine "Yahu keşke İstanbul'da olsam" dedirten bir sinema hadisesi. Program'ın tamamını bu .pdf'den görebilirsiniz.
Konferansa katılmak için kayıt olmanız gerekiyor, ki ben yer dolmadan şimdi yapardım. Günlük ücretler 25 TL, ama üç gün için, akşam yemekli, vs'li paketlerde bulunuyor.
20 Temmuz 2010 Salı
Film Çiftliği
Bir iki hafta önce belgesel sinemacı Philip Hoffman'ın düzenlediği "Independent Imaging Retreat" nam-ı diğer "Film Çiftliğine" katılma fırsatım oldu. Kanada'da, Toronto'dan iki saat uzaklıkta bulunan bu yer Hoffman sahib olduğu bir çiftlikten bir şey değil aslında; inekler, keçiler, tavuklar, Hoffman'ın evi ve iki çiftlik ambarı var. Hoffman her sene 10 ile 13 kadar insan'ı buraya elle işlenmiş film yapmak için bir haftalığına ağırlıyor. Ev sahibi dışında 5/6 daha eğitmen'de burda bulunuyor. Elle işlenmiş dediğim şey de kendi çekip, kendin yıkadığın ve, isterseniz, kendi boyadığınız filmler. Tabii ki bu "teknikleri" kendiniz'de azıcık araştırıp kendiniz öğrenebilirsiniz. Film Çiftliğinin önemi size bir hafta boyunca film dışında başka bir şey düşünmeme lüksünü vermesi (leziz yemekler sinema teorisyenleri Scott MacKenzie ve Janine Marchessault tarafından hazırlanıyor) ve bu deneyim'i başkalarıyla paylaşabilmenizi sağlıyor. Bu "başkaları" da oldukça kısa bir süre içersinde aileniz oluyor. Böyle şeylerle ilgilenenler için olağanüstü bir deneyim.
Bu yazıdaki amacım Film Çiftliğinden çok, orada azıcık öğrendiğim bu elle-yıkama tekniklerini sizinle paylaşmak. Gelecek haftalar içersinde çeşit çeşit, hem öğrendiğim, hem de internet'ten bulduğum çeşitli elle yıkama tariflerini kısa kısa - ve umarım ki örneklerle - buraya ekleyeceğim.
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Kendi Filmini Kendin Yıka! veya Projektörünüzü Nasıl Bozarsınız?
Yannis yıllardır çektiği Super-8 ve 16mm filmleri laboratuara göndermeden kendi evinde yıkayıp develope eden bir kardeşimiz. Son birkaç aydır da İstanbul'da yaşarken nasıl becerdiyse aynı kimyasalları burada da edindi, düzeneğini kurdu ve sevdiği/bildiği işi yapmaya devam etti. Çektiği Super-8 filmlerin bir bölümünü ben de gördüm hatta, Beyoğlu'nda dünya tatlısı insan Erdoğan Bidav'ın dükkanında telesine yapmıştık... Yannis İstanbul'un ve İskenderun'un günlük hayatını çok içten ve meraklı/inceleyen bir gözle çekmiş, keşke dedim kurgulasa da izlesek!
Her neyse, Yannis'le bu mevzubahis müthiş günde iş çıkışı buluştuk, akşam güneş battıktan sonra ama hava hala mavimsi bir renkteyken aldım Yannis'in elinde kalan son Super-8 filmi (Ektachrome 100'dü yanlış hatırlamıyorsam), kameraya taktım ve uzun bir süre sadece tek-kare çekerek filmi bitirdim.
Sonra Yannis Abimizin Kola ve Çamlıca şişelerine doldurduğu garip kimyasallarla düzeneği oluşturduk ve üç adımlık bir yıkama deneyi gerçekleştirdik. Deney deme nedenim şu, bilinçli olarak sürelerle oynadık, film şeritlerini birbirine sürttük, zaman tutmak için kullandığımız cep telefonunun ışığını tamamen gizlememiz gerekirken biraz daha rahat davrandık, vs. vs.
Olağanüstü bir histi gerçekten.
Sonra filmi suyla uzun süre yıkadık ve Yannis'in kapı girişine boydan boya astığı ince ipliğin üzerine serdik. Neredeyse bütün filmin üzerinden geçtik beraber, şaşırdık, konuştuk, renklerden bahsettik, filmin renk değiştirişini izledik... Uzun bir bölümü bembeyazdı mesela, bunun tahminen odadaki cep telefonu ışığından dolayı over-exposed olma durumu olduğuna kanaat getirdik. Ama ilginç bir şekilde filmin sadece bir bölümü için geçerliydi bu durum. Ve o bölümde de kaynar su misali garip lekeler vardı filmin üzerinde...
Normalde Yannis'in deyişiyle 4-5 saat beklemek gerekiyormuş, ama saat zaten 11 falan olmuştu, ve ben çektiklerimi görmek için heyecandan çatlamak üzereydim, zaten de 'ne kadar yanlış o kadar iyi' mantığı ile ilerlediğimizden dolayı filmi küçük bir bezle kurutup minik makarasına sardık.
Birkaç dakika sonra projeksiyon makinesi duvara bakar pozisyondaydı. Benim HD kameram da bunu düzgün görebilecek bir yerde amatör bir telesine yapma amacıyla hazır ve nazır...
Makine çalıştı ve film akmaya başladı. Kesinlikle sinema açısından bir değeri olduğunu düşünmüyorum ama Küçük Sinemalar okurlarına özel olarak telesineyi buradan izleyebilirsiniz. Şifre: kucuksinemalar
18 Temmuz 2010 Pazar
Eytan İpeker ve Yoel Meranda Uzerine
I was especially excited by the work of four digital-video artists in their 20s, two from Chicago and two from Istanbul, several of whom are friends and have influenced each other. All four understand that abstraction is a necessary function of digitizing images, and their shorts, most of them silent, use the medium for its unique qualities of flicker and pixilation. Kyle Canterbury (full disclosure: a good friend of mine) took this approach in his earliest videos, but more recently he's turned his attention to close study of solid objects, noting the odd effects of rendering them on video. In February (Sat 6/19, 9:15 PM, Chicago Filmmakers), the slight video flicker generated by the camera's movements beautifully accentuates the variegated shapes of striated rocky cliffs and silhouetted tree branches. In Yoel Meranda's Bsorb (Sat 6/19, 7 PM, Chicago Filmmakers), a turquoise orb and the surrounding orange make for a stunning contrast, but the aggressive colors are also wildly unstable, with fuzzy shapes blurring and dissolving. In Eytan Ipeker's austere Cloud (Sat 6/19, 4 PM, Chicago Filmmakers), a sea of pixilated black and white shapes gives way to fuzziness and then suggestive pulsing curves, as if biological forms were starting to emerge. This same effect can be found in Jake Barningham's Concerning Flight (Sat 6/19, 4 PM, Chicago Filmmakers): brief glimpses of a flying bird lead to an X shape, and pixilations everywhere reflect the underlying geometry of DV as diverse forms collide violently, struggling to be born.
Chicago Filmmakers, 5243 N. Clark, $8; Gene Siskel Film Center, 164 N. State, $10; and Nightingale, 1084 N. Milwaukee, $8.—Fred Camper
bsorb from Yoel Meranda on Vimeo.