7 Kasım 2010 Pazar

Dutch Punch: İzlenimler

Merhaba küçük sinema okuyucuları. Bir önceki post'ta Yoel'in belirttiği gibi, Hollanda'dan arkadaşlarımız bir deneysel sinema gösterimi düzenlediler. Dün ben gittim. Yoel gelemedi. Rapor etmek bana kaldı.

Açıkçası film gösterimi hakkında çok fikrim yoktu. Ne bekleyeceğimi bilmiyordum, hatta dürüst olmak gerekirse çok umutlu da değildim. Fakat Rotterdam'lı arkadaşlarımız beni yanılttılar. Uzun süredir gördüğüm en iyi film programı idi. Uzun süredir film programı görmemiş olmamın bu fikrimde bir etkisi var mı, emin değilim.

Bu arkadaşlarımız Rotterdam'dan WORM isimli bir sanat cemiyetinden gelmişler. Bu cemiyetin bünyesinde de, Filmwerksplaats isimli bir deneysel sinema atölyesi kurmuşlar. İsteyen buraya uğrayıp, atölyenin 16mm kameralarından, filmlerinden, found footaglarından, ve hatta anladığım kadarıyla bir optical printer'dan bile yararlanabiliyorlarmış. Dünkü seçkideki bazı filmler direk bu atölyedeki çalışmaların sonucuymuş.

Seçkinin küratörü Peter çok şeker bir giriş konuşmasından sonra ilk filmde göreceğimiz manzaranın Rotterdam olduğunu bize hatırlatark ışıkları söndürdü. Bu adam niye böyle birşey dedi, diye kendime sordum. Wim Gijzen'in 1971 tarihli, Verwisseling van de namen de steden Rotterdam en Den Haag filmi tek bir plandan oluşuyor. Peter'ın bize Rotterdam olduğunu söylediği manzarayı izliyoruz. Derken kadrajın köşesinden bir adam, elinde DEN HAAG, yazan bir tabelayla filme giriş yapıyor. Diğer elindeki büyük, karikatür bir çekiçle bu tabelayı, kadrajın tam ortasına gelecek şekilde toprağa çakıyor ve kadrajdan çıkıyor. Bu absürd jeste bir yandan gülerken, diğer yandan da içimde o manzarayı gerçekten Lahey olarak tahayyül etme isteği doğdu. İsimlerle olan ilişkimizde biraz böyle bir şey var. İnsan bir objenin, insanın, veya şehrin ismini duyunca onun içini doldurmak istiyor. İsimlerin gerçeğin üzerinde böyle bir kuvveti var. Proust da Swann'ın Yolu'ndaki İsim-Mekan adlı bölümde, kasabaların isimlerinden yola çıkarak karakterlerini tasvir etmişti. Gerçi Wim Gijzen'inki daha bir 70'ler. Yani Proust gibi şiirsel değil. İsim ve daha genelde dil kavramına daha structural (yapısevici) bir bakış açısından bakıyor. Wittgenstein'ın dediği gibi 'dünyamın sınırları kelimelerimin sınırları' mı acaba. Peter da bize o manzaranın Rotterdam olduğunu söyleyerek bir oyun mu oynadı. Kerata.

Wittgenstein Brakhage'a yetişmiş olsa fikrini değiştirip köy öğretmenliğine geri döner miydi bilinmez ama, Esther Urlus, Francien van Everdingen, ve Joost van Veen Brakhage ve arkadaşlarının filmlerini görmüşe benziyorlar. Hepsi Filmwerkplaat'da oluşturulmuş bu filmlerde, pelikülün maddiyati ve soyutla temsili olan arasındaki gelgitli ilişki hakkında bir farkındalık var. Pera Müzesi de uzun zamandır beklediğimiz kıyağı yaptı, ve bu filmleri 16mm olarak orijinal formatında gösterdi.

Esther Urlus'un Idyll'i (Hollanda, 2009, 6 dk, 16mm) Hollanda'nın dümdüz landscape'ini öyle masalsı bir hale çeviriyor ki, insanın dünyanın düz olduğuna inanansı geliyor. Çiftçileri, sürülen tarlaları, siloları ve ağaçları tasvir eden görüntüler, bazı optik ve kimyasal süreçler sonunda rengarenk, yer yer soyut resimlere dönüşüyorlar. Görüntü iyice soyut ve piktoral bir yere giderken, ses bandındaki çiftliklerde, tarlalarda kaydedilmiş olduğunu tahmin ettiğim konuşmalar ve ambians sesleri belgesel bir gerçekliğe tutunuyor. Fakat herşeyden önce, çok zor, teferruatlı ve kaybolmaya yüz tutmuş zanaatlar olan optical printing ve karanlık oda tekniklerini harikülade şekilde kullanması bile Idyll'in başlı başına bir başarısı. Durum böyle olunca yarı rüya, yarı belgesel ve sonuna kadar nostaljik bir dünya tahayyül eden film, artık yakında bir ortaçağ uğraşı sayılacak pelikül zanaatini de bu nostalji ve 'kayıp' denklemine katıyor. Bu film içimdeki romantiği uyandırdı, ben de kendime şu soruyu sordum: Rüyalarımız hep pelikülden miydi? Videodan rüya görebilir miyiz?

Frencien van Everdingen'in Monologue Exterieur'ü (Hollanda, 2003, 3dk, 16mm) da usta bir zanaatkarın elinden çıkmışa benziyordu. Seçkinin notlarında güzel yazmışlar: 'Francien van Everdingen, 20. yüzyılın başlangıcından bu yana nadir olarak görülen, büyük ve pahalı bir makine olan optik yazıcı ile çalışan birkaç insandan biri. Sonuç? Neredeyse sürreal, harikülade detaylanmış görüntüler. Monologue Exterieur, karanlıktan, uymayacak görünen yapbozun parçaları gibi iç mekan parçalarının görüldüğü Edouard Vuillard'ın resimlerinden ilham almış. Ağacın üst dallarının, yeşil yapraklar ve çiçeklerin nevrotik, klastrofobik, sürekli değişen manzarasında duvarlar konuşuyor.' Katılıyorum.

Önceki iki film gibi yine bazı kimyasal tekniklerden yararlanan Interlude (Joost van Veen, Hollanda, 2005, 3dk, 16mm) çok beğenildi. Filmin bir bölümünü şuradan izleyebilirsiniz:


http://www.youtube.com/watch?v=_XIWdJ-_4gQ

Film bana biraz bebek yatakları üzerinde dönüp duran oyuncakları hatırlattı. Bu çeşit sinemanın dil öncesi deneyimi kurcalamasını göz önüne alırsak, mantıklı. Fakat şu kaka dünyada kendimizi bu sulara kaptırıp sürüklenmekten ziyade, şakacı bir kavramsal sanatçı gibi bu filmi alıp digiturk'ün radyo kanallarındaki akvaryumlar ile karşılıklı yerleştirmek kariyerimiz için daha mı doğru bir adım olur, diye kendime sormadan edemedim.

Bizimkine kariyer denir mi, bilmem ama şu blog yazarları olarak hepimiz birşeyler üretmeye çalışıyoruz. (Kendi isimlerimiz altında açtığımız vimeo sayfalarımıza bekleriz) İster istemez de, gördüğümüz filmerle kendi yaptıklarımız veya yapmak istediklerimiz arasında bir ilişki kuruyoruz. Bazen de bir film çıkıyor ve uzun süre karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalıştığımız bir şeyi önümüze koyuveriyor. Tim Leyendekker'in The Healers'ı (Hollanda, 2010, 10dk, 35mm) da benim için böyle bir deneyimdi.

Diğer filmlerde olduğu gibi bu filmi izlerken de hiçbir bilgim veya beklentim yoktu. Herhangi bir başlık veya giriş jeneriği olmadan, karanlık bir ekranın altından yavaş yavaş bir tekno şarkısı duyuldu. Ekranda mavi bir ışık dolaşmaya başladı. Bu ışık giderek daha büyüdü, ve yanıp sönmeye, strobe efekti yaratmaya başladı. Bu sırada arkaya dönüp baktım, acaba birisi projektörün önünde elleriyle ışığı engelliyor, canlı bir performans filan sergiliyor diye, ama kimsecikler yoktu. Bu arada ışık iyice yoğunlaşmış, artık sinema perdesinin sınırlarını filan takmadan, tüm salonu içine almıştı. Arkada çalan tekno ile beraber hepimiz bir hayalet diskoda gibiydik.

Zamanında Conrad'lar, Frampton'lar, McCall'lar da sinema frame'inin sınırları ile oynamışlar, sinema perdesini değil, tüm gösteri mekanını kapsayan işler yapmışlardı. İzlediğimin de açıkçası bu çizgide bir iş olduğunu düşünüp, başarılı bulmuştum.

Birdenbire kesilen ışık ve müzik, birkaç saniye siyahtan sonra bizi güzelce kadrajlanmış boş ve sessiz bir mekana taşıdılar. Boş odalar, jukeboxlar, kitch objeler, bir bar, boş bir dans pisti derken, kendimiz yavaş yavaş bir mekanı gezerken bulduk. Sessiz ve aydınlık bir dans pistinin üstünde, yanlız başına dönen bir disko topu, burasının bir gece klübü olduğuna işaret ediyordu. Boş yataklı boş odalar, yanar dönerli büyük bir hol ve ortasındaki merdiven, etraftaki penis karikatürleriyle burasının, müşterilerine her türlü olanağı sağlayan bir gay bar olduğunu anlamıştık.

Derken film üçüncü bölümüne geçti. Boş bir stüdyoda üç adam sandalyelerde oturmuş, hepsi ellerindeki senaryoyu okuyorlardı. Artık bu hayalet mekanın hayalet karakterlerini dinliyorduk. İki erkeğin birbirlerini nasıl tavladıklarının detaylarından çok, burada anlatılan ufak hikayenin o mekanda yaşanmış olduğu hissi, beni hatırlamaya zorluyordu. Ve artık bitiş jenerikleri akarken, hepimiz Rotterdam'ın gay sahnesini hatırlamaya başladık.

Film, çok uzak gibi görünse de Hollis Frampton'un Nostalgia ve Poetic Justice filmlerinin garip bir birleşimi ve güncellemesi sayılabilir. Çünkü sonunda esas film göz bebeklerimizin önünde değil, arkasında bir yerlerde oynuyor. Hem gözbebeklerimizin önünü hem de arkasını beslediği için, The Healers basit bir yapıbozucu deneyden öte bir şey olmayı başarıyor. Bu hayalet hikayesi olur da yakınızda bir sinemada hortlarsa, kaçırmayın derim.

Gerbrand Burger'in Rhila'sı (Hollanda, 2009, 11dk, hdv) da benzer bir anlatım tekniği benimemiş. Yine boş mekanlarda, dağlarda, boş bir şehrin, boş maketinin ortasında, hatta 3D bir rekonstrüksyonunu dolaşırken, üst ses Bakü'den Amsterdam'a gelen bir adamın hikayesini anlatıyor. Program notlarında belirtildiğine göre, 'karakter, 14.yy'dan günümüze olan ve esas olarak, Avrupa'ya yolculuk eden Araplar tarafından yazılmış edebiyat parçalarının toplamasından oluşturulmuş. Rihla başlığı, İslam bilgini ve gezgini İbn-i Battuta'nın kurgu, İslam çalışmaları, şiir ve yazının diğer zengin biçimlerini içeren kapsamlı bir yolculuk güncesi olan kitabından alınmış.'

Peter'ın programın başında dediği gibi Rotterdam'ı her yönüyle göstermeye çalışan bu seçki, şehrin yarısına yakınını oluşturan göçmenleri temsilen, 'öteki' kontenjanını bu filme ayrımış. Biraz da The Healers'ın etkisi altında, o filmin bir devamı olarak izlediğimden, açıkçası Rhila hakkında aklımda kalanlar biraz bulanık. Tekrar izlemem lazm.

Programın son filmi no.37 (Joost Rekveld, Hollanda, 2009, 31 dk, 35 mm scope) yüksek konsepti, pahalı tekniği ve Garanti Platformdan kazanılan bir residency ile Vasıf Kortun kontenjanını doldurmuşa benziyor. 'Kristal bilimcilerin, kristalleri incelemek için kullandığı X-ray ışınları,' 'evrenin şimdiye değin anlatılamayan unsurları' gibi kelimelerle program notlarında yer alan film, bir hayli uzun ve yavaş olmasının yanında, ambiant-mistik soundtrack'i ile salonda bir çok kişinin göz kapaklarını ağırlaştırdı.

Fakat dolu dolu bir saatin sonunda gelen güzel bir uykuyu Peter'ın bize yaptığı bir jest olarak alıyorum ve kendisini düzenlemiş olduğu bu harikülade gösterimden dolayı kutluyorum.

5 yorum:

Ekrem Serdar dedi ki...

Harika Can! Dahasını da isteriz senden.

Yoel Meranda dedi ki...

evet aynen, can'a hoşgeldin mi desek ne desek?

ben niye gidemediğimi anlatayım da biraz gülün (bu aralarki hayat hikayemin de özeti gibi aslında bu durum):

Gösterim saati 9'da olduğu için iş çıkışı ile aradaki zamanı değerlendirme arzusuyla uncle boonmee'ye dördüncü kere gittim. muhteşem bir deneyimdi gerçekten, insan filmi tanıdıkça daha küçük şeylerden keyif almaya başlıyor, ve filmin bütünü çok daha bir bütün gibi geliyor. özgür olduğu kadar da yapısını oturtmuş bir film boonmee.

neyse bu transandantal deneyimden çıkıyorum ve keyifli keyifli pera'ya yürümeye başlıyorum, "ohh diyorum 16mm projeksiyonda deneysel film izlemeyeli de bayaa olmuş... ohh, gel keyfim gel..."

pera'nın önüne bi geldim, kimse yok! "alla alla, nerde bu insanlar?" derken can'ı aradım.

- abi gösterim pera'da diil miydi?
- evet, aynen.
- peki nerde herkes?
- olm gösteri 7'deydi!

19'un "1"ini görmeyi başaramamışım yani..

sonra can'larla buluştuk öve öve de bitiremedi iyici asabım bozuldu benim ama naapalım. gösterim kaçırmış sinemaseverin davası olmaz!

bu nadide küçük sinemalar post'u için can'a teşekkürler, google translate'in ingilizce çevirisini peter'a attım, okuyun, gülün, ve sağlıcakla kalın:


http://translate.google.com.tr/translate?hl=tr&sl=tr&tl=en&u=http://kucuksinemalar.blogspot.com/2010/11/dutch-punch-izlenimler.html

Yoel Meranda dedi ki...

bi de bu can denen adam postlarını taglemeyi öğrenirse gönlümüzde gerçek bir taht kurma ihtimali var...

Can Eskinazi dedi ki...

neyi nasil tagliycem? sen ne zaman istedin de ben taglemedim.

Ekrem Serdar dedi ki...

Ok, tagleri hallettim. Google translate muhteşemmiş, Yoel senin gösterimi kaçırma nedeninde...! Neyse sağlık olsun, daha biz ne o Apichatpongları gördük ne de WORM filmleri...